ARTNİYETARTNİYETARTNİYETARTNİYETARTNİYET


Sayı 4
Yılda bir yayımlanır
ilkbahar 2024

4



sabancI unIversIty
va490/580 professIonal practIce as a desIgner
Issue 4
Released Annually
Spring 2024








Editöryel Tasarım / Editorial Design
bahar uygun
bartu başaran
berİl kekeç
denİz naz ürel

İçerik üreticileri / Content Creators
alİ özgün akyüz
bahar uygun
bartu başaran
berİl kekeç
denİz naz ürel
elİf mİrsu erdoğan
ezgİ çolakbüyük
ezgİ şanlı
rayan moukaddem
ruslan abbas
sadeen al adham
zainab tajamul rauf
zeynep zontur




Web Tasarım / Web Design
alİ özgün akyüz
Tashih / Proof Reading
elİf Mİrsu erdoğan
zeynep zontur

Danışman / Supervizor
onur f. yazıcıgİl

İletişim / Contact
oyazicigil@sabanciuniv.edu

Teşekkürlerimizle / Special thanks
alİ doğan arslan
dİlek mertoğlu turhan
mutlu bozkurt besİmzade

Fonts
skolar family by David Březina
artniyet4 by the content creators
Playpen Sans by Laura Meseguer, Veronika Burian, José Scaglione
noto sans mono by Steve Matteson


Bu dergideki ve websitesinde bulunan bütün içerikler öğrenciler tarafından kaleme alınmış olup kendi şahsi görüşlerini yansıtmaktadır.
All content in this magazine and on the website is written by students and reflects their personal views.

fotoğraf: Ali Özgün Akyüz,dijital kamera, 2024.
photograph: Ali Özgün Akyüz, digital camera, 2024.





ArT VoIcES
Chapter No.1


açık mektup / open letter | bahar uygun

arter - dolapdere çelışkisı | beril kekeç

sahnede tek kişi | deniz naz ürel

berrak güloğlu'yla röportaj | beril kekeç




fotoğraf: Ali Özgün Akyüz, dijital kamera, 2024.
photograph: Ali Özgün Akyüz, digital camera, 2024.

Açık Mektup
Bahar Uygun
Open Letter
Bahar Uygun

ArtNiyet #5 Ekibine,

Merhaba! Tanışmıyor olabiliriz, belki de zaten tanışıyoruz. Görsel İletişim Tasarımı alanına duyduğun ilgi bizi bir araya getirmiş olabilir veya sadece rastlantısal olarak bu dergiyi okuyorsun. Her kim olursan ol, ilk açık mektubumu okuduğun için teşekkür ederim. İçe dönük biri olarak cesaretimi toplayıp fikirlerimi yazdım. İlkokulda yaşadığım ilk mektuplaşma deneyimimi de hatırlayarak nostaljik bir duygu katmak istedim. 

Bu sayı için içerik üretirken kimlerin ne ile ilgileneceğini düşündüm durdum. Sonra eski ArtNiyet ekiplerine ve şimdikine baktım. Bu açık mektubu yazarak gelecek ArtNiyet ekiplerinin kendi aralarında dergi üzerinden iletişim kurabilmesini başlatmak istedim. da dahil olabileceği çoklu bir iletişim kanalı oluşturmayı hedefledim. Dilersen, bir sonraki sayıda yazdıklarıma cevap yazabilir, üstüne kendi fikirlerini ekleyip açık mektup zincirini ilerletebilirsin.


Kendimi bildim bileli sanatla uğraşmayı seviyorum. Küçükken gereksiz konuşmayı  için resim yaparak hislerimi aktarıyorum. İlkokulda ve ortaokulda resim çizme sevdam kendi çapımda, bazen arkadaşlarımın desteğiyle devam ediyor. Lisede bu işi daha ciddiye almaya başlıyorum. Lise 3’te aileme bu isteğimden bahsettiğimde ailem sıcak bakmıyor. Ekonomik sebeplerden dolayı önce normal bir meslek edinmem sonra sanatı hobi olarak devam ettirmem söyleniyor. Kendi potansiyelimin farkına henüz varmamış ben bu durumu kabulleniyor ve sanata yakın olduğunu düşündüğüm için psikoloji alanına yönelmeye başlıyorum. Bakıyorum psikoloji beni hiç sarmıyor. Kurtuluş yolum bu okulun bölüm seçme özgürlüğü oluyor. 

Bu “ilk normal bir meslek oku hobi olarak sanat yaparsın” düşünce kalıbı nereden geliyor? Yaratıcı alanda okuyan arkadaşlarıma ve ders veren hocalarıma sorduğumda onlar da benzer yollardan geçmiş. Ekonomik sebeplere hak verilebilir. Fakat ruhumuz beslenmediği sürece çok para kazanmanın ne amacı var? Sevdiğin işi yapmadığın sürece yaşamanın ne amacı var? Niye geldin ki o zaman bu dünyaya? Hocalarımızın bize risk almayı tavsiye etmelerinin arkasında yatan bu olmalı. Sevmediğim bir işe hapsolup mutsuz olmaktansa sevdiğim işi hakkıyla yapıp belki ihtiyaçlarımı ucu ucuna karşılamayı tercih ederim.

Öncesinde şöyle bir teori vardı kafamda: bu kalıbı yaymak bir olabilir miydi? “Sen şimdi bu bölüme bir talep oluşturma, bu bölüm özel kalsın”. “Herkes bilmesin, herkes yapmasın” gibi bir şey mi? Fakat sonra bu teoriden daha net inandığım bir şey oldu o da grafik tasarım alanı hakkında yeterli bilgisi olmadığı için ailelerin bu bölümü çocuklarına önermeyi çekinebilmesidir. Sonuçta bir insan birine bilmediği ve denemediği bir şeyi nasıl önerebilir? Bu konuda grafik tasarım alanında yeterinceoluşmamış farkındalığın tasarım okumaya gösterilen ilgiyi değiştirebileceğini keşfettim. Sonuçta ne olursa olsun hayat sevmediğimiz işi yapmak için çok kısa. Risk al gitsin.

Akıllı Telefon Bağımsızlığı

Hayatımızı birçok açıdan epeyce değiştiren koca bir pandemiyi nihayet atlattık sanıyoruz, değil mi? Fakat kimimizin beyni hâlâ uyuşuk ve bu virüsten kaynaklanmıyor. COVID-19 büyük ölçüde bitince fark ettim, bir çoğumuz hâlâ bir pandemi içinde: akıllı telefon bağımlılığı.

Pandemide mecburen telefonlara daha çok sarıldık çünkü eve kapanmıştık. Yalnızdık, sıkılıyorduk tabi ekrana sarılmaktan başka şansımız yoktu. Evde kös kös oturacak mıydık? Hayır tabi ki, Netflix’i yala yut, içini tweet zincirine dök, Instagram Reels’te kaybol. Pandemide akıllı telefon bağımlılığı sıkıntılarımızı azaltır mıydı? Zehir zehiri söker miydi?

Yeminle pandemide nasıl zaman geçirdiğimi hatırlamıyorum. O yıllar yok gibi. Sürekli Instagram’da gezindiğim için resmen dönem dönem hangi şarkıların popüler olduğunu takip edebiliyordum. Bir ara Doja Cat “Say So” tahttaytı bir ara BENEE’nin Supalonely şarkısında dalgona kahveleri yapılıyordu. Hadi o ara işimiz gücümüz yoktu, bu şekilde dünya virüsüne karşı dayanıyorduk evde. Peki ya sonra? Pandemi büyük ölçüde bitip hayatımıza geri döndüğümüzde ne yaptık? Bu bağımlılığımız devam etti tabi bir günde bitecek bir şey değil ya. İstemiyor muyduk gezip tozup hayatın tadını çıkarmayı? Gezip tozma isteğimizi akıllı telefon bağımlılığına mı yedirdik? Tamam, herkes gezme sevdalısı değil, bi tık benim gibi, ama olay sadece bu değil.

Peki ya yaratıcılık? Muhtemelen farkında değilsiniz ama sosyal medyada tükettiğiniz her bir content frontal korteksi dolduruyor. Ee, ne var ki frontal kortekste? Orası bizim yaratıcı düşünme alanımız, orası boş bilgilerle dolarsa yaratıcı düşünmeye yerimiz kalmamış oluyor. Bu da yaptığımız işi derinden etkiliyor haliyle. Yaratıcılık alanında eğitim gören ve çalışan insanlar olarak akıllı telefon bağımsızlığına daha çok önem vermeliyiz.

Yani pandemide uyuşuktuk geçerli sebeplerden dolayı ama bunu sürdürmek zorunda değiliz. Uyanabiliriz. Hayatın güzelliklerini ve bize sağlayabileceği potansiyeli keşfetmek için daha çok yolumuz var. Mümkünse biraz habersiz kalalım birbirimizden, özleyelim, insan yüzü görelim telefon ekranı yerine akıllı telefonların olmadığı zamanlarda yaşamayı dilemek istemiyorum artık, lütfen uyanın da gerçek olsun. Bağımsız olalım şu akıllı telefonlardan.

SürDüREBİlirim

Bilenler bilir, benim en büyük ilgi alanlarımdan biri sürdürülebilirlik. Üstüne yoğunlaşıp kafa patlatmayı severim. Bazen beynim bu konuda o kadar yanıyor ki bir süre uzaklaşırım sonra özleyip geri gelirim. Öyle bir ilişkimiz var. Bu alanda en keyif aldığım şeylerden biri okuldaki bu amaçla kurulmuş katılmaktır. Benim gibi düşünen ve aktif rol alan insanlarla bir araya gelmek harika bir his. Mezun olduktan sonra da buna benzer gruplarda bulunmayı planlıyorum.

Dünyanın sürdürülebilir olması gerektiği inanışına lise üç civarları farkına varıyorum. Edinmeye çalıştığım ilk sürdürülebilir adımları anımsamaya çalışıyorum da üstünden epey bir zaman geçmiş. İlk edinmeye çalıştığım sürdürülebilir alışkanlık sanırım saçımı katı sabunla yıkamaktı. Katı sabunla katı şampuan arasındaki farkı anlamadığım için kafama göre bir beyaz sabunla saçımı yıkayıp saçımı ettiğimi hatırlıyorum. Deneye yanıla sürdürülebilir kişisel bakım alışkanlıklarını öğrenmeye başlamış oldum. Benzer zamanlarda kıyafet konusunda da epey bir bilince ulaştım. Çok, kalitesiz ve etik olmayan şartlarda üretilen kıyafetler alacağına az sayıda, kaliteli ve yıllarca sevip giyebileceğin zamansız şeyler al. Başta hedefim buydu, tüm kriterleri fullemek. Ancak zaman geçtikçe her fırsatta sürdürülebilir yerlerden alışveriş yapmayı sürdüremeyeceğimi anladım. Önceliğim sürdürülebilir, etik, küçük tatlı işletmelerden satın almak. Eğer baktım ki öyle bi seçeneğim yok, o zaman kalitesine güvendiğim hızlı moda markalarından alışveriş yapıyorum. Bu noktada o ürünün şu anki yaşam stilime uyup uymadığına ve uzun süre giyilebilirliğine bakıyorum. Tamam ben çürüyene kadar o kıyafetler benden önce çürüyecek ama şu anki hayat tarzımla uyuşuyorsa ve yine de yıllarca giyeceksem neden almayayım? Yani günün sonunda her kriteri doldurmak mümkün olmuyormuş. Belki mecbur kalıp hızlı modadan alacaksın ama satın alma frekansını düşük tutarsan doğaya küçük de olsa yine fayda sağlayacağını düşünüyorum.

Haliyle bu kadar yıl sürdürülebilir yaşam sürme konusunda yaptığım deneme yanılmalar ve pasif araştırmalar sonucu aklımda dönüp duran bir soru var: Önce küçük adımlarla mı başlamak lazım, yoksa dünyayı en çok kirleten şey mi hedef alınmalı? Bunun argümanı henüz tamamlanmadı içimde. O yüzden bu soruyu en sona bıraktım. Bu mektuba cevap yazmak istiyorsan bu konuda fikrini belirtmek istersin belki, ne dersin?

Umarım bu mektubumda kendinden bir parçayı uyandırmışımdır.

Kendine iyi bak.

Bahar Uygun / Nisan 2024
To Art Niyet #5 Team,

Hello! We might not have met before or maybe we already have. Your interest in Visual Communication Design may have brought us together or you might just be randomly reading this magazine. Whoever you are, thank you for reading my first open letter. As an introvert, I gathered the courage to express my thoughts . I also wanted to add a nostalgic touch to my letter by recalling my first experience with letter writing back in elementary school.

While creating content for this issue, I thought about who would be interested in what content. Then, I looked at the past ArtNiyet teams and the current one. By writing this open letter, I wanted to initiate communication among future ArtNiyet teams through the magazine. I aimed to create a multi-channel communication platform that
could also join. If you wish, you can respond to my letter in the next issue, adding your own thoughts and continuing the open letter chain.

“First be ordiNaRythen go crazy!”

I’ve always loved art ever since I can remember. As a child, I expressed my feelings through drawing because I didn’t like . My passion for drawing continued in elementary and middle school, sometimes with the support of my friends. In high school, I started taking this passion more seriously. When I mentioned this desire to my family in the third year of high school, they didn’t approve. Due to economic reasons, they advised me to first pursue a “normal” profession and then continue art as a hobby. Not yet realizing my own potential, I accepted this situation and started leaning towards the field of psychology because I thought it was close to art. As it turns out, psychology is not my thing. My salvation comes with the freedom of selecting programmes that is offered in this school.

Where does this mindset of “first get a normal job, then create art as a hobby” come from? When I asked my friends studying in creative fields and the professors teaching us, they had similar experiences. Economic reasons may be understandable. But what’s the point of earning a lot of money if our souls are not nourished? What’s the point of living if you’re not doing what you love? Why did you come into this world then? This must be the underlying reason behind our teachers’ advising us to take risks. Instead of being trapped in a job I dislike and being unhappy, I would rather do a job I love but barely meet my needs.

I had this theory in my mind: could spreading this mindset be a ? “Don’t create demand for this field, let this field remain special.” Could it be like “not everyone should know, not everyone should do it”? But then I became more convinced of something from this theory, which is that parents might hesitate to recommend this field to their children due to a lack of knowledge about the graphic design area. After all, how can someone recommend something they don’t know and haven’t tried? I discovered that the lack of sufficient awareness in the field of graphic design could change the interest in studying design. After all, life is too short to do a job we don’t love. Risk it.

Smartphone Independence

We think we’ve finally overcome a pandemic that has changed our lives in many ways, don’t we? However, some of our minds are still numb, and it’s not due to that virus. When COVID-19 largely subsided, I noticed that many of us are still within a pandemic: smartphone addiction.

During the pandemic, we clung to our phones more because we were stuck at home. We were alone, bored, and had no choice but to stare at screens. Were we going to sit at home doing nothing? Of course not, binge on Netflix, spill your guts on Twitter threads, get lost in Instagram Reels. Would smartphone addiction reduce our pandemic-related troubles? Would poison counteract poison?

I swear I don’t remember how I spent time during the pandemic. Those years seem non-existent. Because I was constantly browsing Instagram, I could literally keep track of which songs were popular at different times. At one point, Doja Cat’s “Say So” was trending, and at another, people were making Dalgona coffees to BENEE’s “Supalonely” song. Well, at that time, we had nothing else to do, and this was how we coped with the global virus at home. But then what? When the pandemic largely ended, and we returned to our lives, what did we do? This addiction continued, of course; it’s not something that will end in a day. Didn’t we want to explore and enjoy life once again? Did we feed our desire to explore and enjoy life to smartphone addiction? Okay, not everyone is a travel enthusiast, maybe a bit like me, but that’s not the only issue here.

What about creativity? You probably don’t realize it, but every piece of content you consume on social media fills up your frontal cortex. So, what’s in the frontal cortex That’s our creative thinking space, and if it gets filled with useless information, we lose space for creative thinking. This deeply affects the work we do, naturally. As people educated and working in the field of creativity, we should pay more attention to smartphone independence.

So, we were numb during the pandemic for valid reasons, but we don’t have to sustain that. We can wake up. We have a long way to go to discover the beauties of life and the potential it can offer us. If possible, let’s be a bit disconnected from each other, let’s miss each other, let’s see human faces instead of phone screens. I don’t want to wish for times without smartphones anymore; please wake up and make it real. Let’s be independent from these smartphones.

I Can SuSTaiN

Those who know me well know that sustainability is one of my biggest interests. I enjoy focusing on it intensely and brainstorming. Sometimes my brain burns so much on this topic that I take a break for a while and then come back, missing it. We have such a relationship. One of the things I enjoy most in this area is joining the set up for this purpose at school. Coming together with like-minded people who actively participate is a great feeling. After graduation, I plan to be involved in similar groups.

I realized around my junior year in high school that the world needs to be sustainable. I try to remember the first sustainable steps I tried to take, but it’s been a while. I think my first attempt at sustainability was probably washing my hair with solid soap. I remember using a white soap on my hair because I didn’t understand the difference between solid soap and solid shampoo, and I ended up ruining . I started learning sustainable personal care habits through trial and error. Around the same time, I also became quite conscious about clothing. Instead of buying a lot of low-quality clothes produced in unethical conditions, buy a few, high-quality, timeless pieces that you can love and wear for years. Initially, that was my goal, to fulfill all criteria. However, over time, I realized that I couldn’t sustain shopping from sustainable places at every opportunity. My priority is to buy from sustainable, ethical, small businesses. If I see that such an option is not available, then I shop from fast fashion brands that I trust for their quality. At this point, I look at whether the product fits into my current lifestyle and if it’s wearable for a long time. Okay, those clothes will decay before I do, but if they fit my current lifestyle and I can wear them for years, why shouldn’t I buy them? So, at the end of the day, it’s not always possible to fulfill every criterion. Maybe I’ll have to resort to fast fashion at times, but I believe that keeping the frequency of purchases low will still benefit nature in some small way.

Therefore, after years of trial and error and passive research on living sustainably, there’s a question that keeps looping in my mind: Is it better to start with small steps or should we target the things that pollute the world the most? The argument for this hasn’t been fully formed in me yet. That’s why I saved this question for last. If you want to respond to this letter, maybe you’d like to share your thoughts on this issue. What do you think?

I hope I have awakened a part of yourself in this letter.

Take care.

Bahar Uygun / April 2024
İLLÜSTRASYON: Bahar Uygun, dijital illüstrasyon, 2024.
ILLUSTRATION: Bahar Uygun, digital illustration. 2024.




Not:Size bir grafik tasarımcı esprisi yapayım mı?

Kötü tasarımlara kim ceza keser?
Note: Wanna Hear a graphic designer joke?

What does a graphic designer say when running late?

GRAFİK POLİSiI GOt StuCk At GraPhIC

ARtER - DolapDERe ÇelİşKİsi
Beril Kekeç

Bu konu hakkında yazılmış gazete yazıları ve makaleler var.

Koç Holding ve Arter Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un toplantıya gönderdiği mesajda da belirttiği gibi, Arter, yeni binası ile “herkese sanatla özgürce karşılaşabileceği bir ortamı mümkün kılmayı, çocukları yaratıcı düşünce ve sorgulama becerisinin dinamikleri ile donatmayı; yetişkinlerin de sanata erişim ve katılım hakkını yaygınlaştırmayı” hedefliyor.

Taşınmak isteyenler, Arter’den sonra vazgeçtiler

Farklı sanatsal disiplinleri bir araya getiren, yaratıcılığı tetikleyen, herkese açık, dinamik ve çok disiplinli bir programlama yapısına olanak sağlayacak bir bina şeklinde inşa edilen Arter, görsel ve fiziksel olarak birbirlerine açılarak bağlanan mekânlardan oluşuyor. Bu kapsamda önemli bir diğer konu da, Arter’in bulunduğu bölge açısından olumlu bir değişime öncülük edebilecek olması. Arter Kurucu Direktörü Melih Fereli, Arter’in dışadönük bir yaklaşımla, etrafıyla bağlar kuran sanatsal ve sosyal bir buluşma noktası olarak tasarlandığını söylüyor. Dolapdere’ye gelme fikrini aldıktan sonra bölgeyi mercek altına aldıklarını kaydeden Fereli, şunları anlatıyor: “Mahalle ve mahalleli ile kurduğumuz ilişkiyi geliştirmeyi hedefliyoruz. Komşu Kart projesi ile mahallede yaşayanlarla toplantılar yapacağız. Aidiyet hissini kazandırmak istiyoruz. Nitekim biz gelmeden önce Dolapdere’den taşınmak isteyen insanlar, taşınmaktan vazgeçtiklerini söylüyorlar. Amacımız, burada yaşayan insanların hayata dönmesine destek vermek.” Bu arada Koç Topluluğu şirketlerinden Tüpraş, 5 yıl boyunca Arter’in kurumsal sponsorluğunu üstleniyor. Bu sayede, 24 yaş ve altındaki gençler, Arter sergilerini her zaman ücretsiz olarak ziyaret edebilecekler.1 

Peki derslere de tartışma konusu olan bu lokasyon cidden mahalleliyi - Dolapdere insanlarını - Arter’e davet ediyor mu?

İhtişamlı müze mimarisi, içinde Divan Restauran gibi lüks olanağı ve Dolapdere manzaralı bu teras, gerçekten orada yaşayan insanları müzeye davet eder biçimde mi tasarlanmış yoksa zengin-fakir, elit-sıradan insan temasını tekrar tekrar vurgulayan ve onlara yerlerini her seferinde hatırlatan bir konuma mı sahip?

Arter’e birden çok gitme fırsatım oldu. Evet, mesela İstanbul Modern ile karşılaştırıldığında fiyatlandırma daha uygun ve rehberli tur fırsatı özellikle öğrenciler için çok ulaşılabilir. Fakat ben kendimi avantajlı görüyorum ve o müzeye rahatça girebiliyorum. Peki orada yaşayan halk, durumu olmayan öğrenciler, belki Divan’da yemek yiyemeyecek ya da müzeye girmekten çekinebilecek insanlar için de amaçladıkları gibi kucak açıcı bir yapısı mı var?

Öncelikle Dolapdere semtini ele alalım. Genellikle gecekonduların yoğun olduğu bu bölgede, yerel esnaf ve oto tamirciler mevcut. Müzeyi gezmeye karar verdiğimiz ve arabayla gitmek istediğimiz düşünülürse Arter’in herhangi bir otoparkı yok. Kendi internet sitesinde ise İstanbul Kongre Merkezi’nin veya çevredeki İspark’ların kullanımını öneriyor. Ya da Taksim’den kalkan düzenli servisleri ile de ulaşım sağlamak mümkün. Dolayısıyla müzeye ulaşım mahalle ile interaksiyonu gerekli kılmış. Siz daha o ihtişamlı kapıdan içeri girmeden Dolapdere atmosferine maruz kalıyorsunuz. Bu interaksiyon sosyolojik bakımdan ele alındığında çeşitli konuları gündeme getirse de kimi ziyaretçiler için güvenli bulunmayabilir. Özellikle de müzede geç saatlere kadar kalıp akşam eve dönmeniz gerekiyorsa tek başınıza Dolapdere sokaklarında yürümek kimi ziyaretçiler için alışılmadık olabilir.

Güvenli ulaşım bir yana, Dolapdere insanın bu müzeye alışmış olduğunu pek düşünmüyorum. Nitekim boydan boya camdan yapılmış sergi duvarları dışarıdaki kesim ile iletişimi her an canlı tutuyor. Genellikle siz sergiyi gezerken dışarıdaki kesim de sizi izliyor. Bu da çok farklı karşılıklı bir deneyime yol açıyor. Sanki ortada bir tiyatro var, oyuncular sergiyi gezen, müzeye rahatça erişimi olan kişiler ve seyirciler de asıl yerel halk. Bu izlenme hissi bana sosyo ekonomik farklılıkların yıkılmaz varlığının altını çizmek gibi geliyor. Belki bugüne kadar hiç alt kesim ile interaksiyonu olmamış, görece ayrıcalıklı kesim için ilginç bir oyun alanı gibi algılansa da kendini hiçbir zaman sanata, müzelere erişemeyecekmiş hisseden bir insanı ele alırsak durum maalesef davet eder nitelikte değil. Aksine lüksü, sanatın yüksek zümreye hitap edişini, o elitist camiayı yerel halkın gözüne sokmaktan ibaret. 

Kendinizi birkaç dakikalığına Dolapdere insanı yerine koymanızı isteyeceğim. Modern sanatı merak eden, kendi halinde bir insansınız. Bu ihtişamlı yapının önüne geldiniz. Müzeye girmeden önce camdan bakıp insanların tavırları, pahalı kıyafetleri, telefonlarından sürekli çektikleri fotoğraflar ve gösterişli eserler ile karşılaştınız. Gerçekten ne hissederseniz? Bu atmosfer sizi gerçekten müzeye girmeye davet eder mi?

Yoldan geçen ve müzeye girmek isteyen bir insanı ele aldık. Bir de Arter’in arkasında oturan ve her gün Divan Restauran’ın terasına maruz kalan bir insanı ele alalım. Mahalleye, o kültüre hiç de oturmayan, kademeli bir kentsel dönüşümden meydana gelme değil de radikal bir bina olan Arter ile hergün yüzleşmek, terasta keyifli kokteyllerini yudumlayan insanlar her gün size tekrar tekrar kendini gösterirken mütevazı apartmanınızda ne hissederseniz? 

İstanbul kozmopolitik bir şehirdir. Özellikle Beyoğlu bu içiçeliğin derinden hissedildiği bir ilçedir. Ama bu kendiliğinden oluşmuş kozmopolitliğin içinde bile yazılı olmayan belli bir kural vardır. Bir cadde, bir mahalle çok lüks markalar, ihtişamlı binalar ve ayrıcalıklı zümreye aitken, hemen yanındaki mahalle tamamen zıt unsurları barındırabilir. Fakat buradaki önemli nokta yerel halkın zaten bu duruma alışkın olmasıdır. Eğer bir değişim olacaksa da bu değişim kademeli bir şekilde belki kentsel dönüşüm belki de zamanla şehirden göç ile oluşur. Dolayısıyla şehir yavaşça dönüşür. Fakat bugün Dolapdere’de inşa edilmiş Arter bu duruma tamamiyle ters bir fikirden yola çıkılarak inşa edilmiştir. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğim Koç ailesinin “herkese sanatla özgürce karşılaşabileceği bir ortamı mümkün kılmayı, çocukları yaratıcı düşünce ve sorgulama becerisinin dinamikleri ile donatmayı; yetişkinlerin de sanata erişim ve katılım hakkını yaygınlaştırmayı” hedefi görece radikal, ve amacına pek de ulaşamamıştır.

 
FOTOĞRAFLAR: Beril Kekeç'in kişisel arşivi, Dolapdere, 2024.
PHOTOGRAPHS: Beril Kekeç's personal archive, Dolapdere, 2024.

1.https://www.dunya.com/kose-yazisi/arter-dolapdereyi-sanatla-hayata-dondurecek/452890

SAHNEde Tek KiŞi
Deniz Naz Ürel
Tiyatro eleştirildikçe yaşar!
Hakkında konuşulmayan
oyunlar, günün sonunda hiç
yaşanmamış olacaklar.

Beni en derinden etkileyen tiyatro oyunları, belki de toplum tarafından izlenilmektenen .ok ka.ınılanları. Tek kişilik oyunlardan neden çekiniyor insanlar hiç anlamıyorum. Çünkü, bana kalırsa bu tek kişilik oyunlar oyuncuların en zor sınavı. Dakikalarca izleyicilerin karşısında dekorlar ve ışıklar ile yalnız kaldığınızı hayal edin. Karakterden karaktere duygudan duyguya atlarken aslında sadece seyirci ile başbaşasınız. Bu eleştiri yazısı ise tiyatroyu yaşatmak ve tek kişilik oyunlardan ka.anları durdurmak i.in attığım bir adım. Şimdi sizleri sahnede “Toz”, “Sevgili Arsız .lüm Dirmit” ve “Eylül”ü izlemeye davet ediyor, onların inanılmaz performanları ile baş başa bırakıyorum. Hepinize iyi seyirler!


TOZOyun başladı. En başta anlaşılmayan sahneler oyunun sonuna doğru ancak açığa çıkacaktı. Hızla değişen zaman ve mekan; bir çocukluk hikayesinden geleceğe, gelecekten farklı geçmiş zamanlara bölünerek oyunun ana karakteri Handan ile bizi tanıştırıyor. Karısıyla kendi düğününde tanışmış ünsüz bir avukatın ve dünya güzeli bir ev kadınının tek çocuğuydu Handan. Tek kişilik bu oyunda, 60 dakika gibi bir sürede dev bir kadroyu canlandıran Zerrin Tekindor, bütün oyun boyunca tek bir tabure üzerinde otururken kostüm bile değiştirmeden saniyeler içerisinde 10’dan fazla karaktere bürünüyor ve duygular arası çok hızlı geçiş yapabiliyor. Minimalist bir anlatış biçimine sahip olan bu oyunda, oyuncu performansı dışında en önemli ögeler müzik ve ışık. Sahne geçişlerindeki ışık kullanımı Zerrin Tekindor’un karakter değişimleriyle örtüşüyor ve anlatımı daha etkili kılıyor. Ayrıca oyunun Zerrin Tekindor’un oğlu Hira Tekindor tarafından yönetilmesi bence ana karakterin performansına ekstra bir anlam katmanı ekliyor.

1960’lı yıllardan günümüze uzanan bu oyunda yetişkin olarak karşımıza çıkan Handan’ın çocukken büyüdüğü evin içi en az o dönemin sokakları kadar huzursuz. Aşık olduğu kişi tarafından terk edilen babası, görücü usulü başka bir kadınla evlendiriliyor. Her fırsatta aşık olduğu kişi olmadığı için teselliyi eşini dövmekte buluyor. Belki de sırf şiddet dürtüsünü bastıramadığı için küçük kızını alkolik kardeşiyle yaşamaya zorluyor. Böylece köleleştirdiği eşini, kızıyla aynı şehirde yaşamalarına rağmen farklı kıtalar kadar uzaklaştırıyor. Aynı dilde anlaşamayan bu ebeveynlerin tartışmaları, farklı zamanlarda duyulan tokat seslerine dönüşüyor. Handan’ın zihninde ise bu sesler defalarca yankılanmaya devam ediyor. Kız büyüdüğünde babasının izinden gidip avukat olmak yerine mimar olmak istiyor. Bu yüzden, kendi özgürlüğüne kavuşmak için babasına kafa tutuyor. Annesi gibi olmadığını, dayak yemekten korkmadığını ve asla da yemeyeceğini, bu sayede özgür olabileceğini haykıyor. Fakat, Handan’ın o an babasından beklediği tokatı, babası yerine onu aldatan biricik kocasının atacağını öngöremiyor. İşte seneler sonra atılan o tokat hatırlatıyor babasından okulun ilk günü herkesin içinde yediği o dayağı. Handan, annesini yıllarca acınası olmakla suçlarken annesinin sadece onu korumak için nelere katlandığını o an fark ediyor. Çünkü, o ne kadar güçlü olursa olsun sonu annesinden farklı değil. Bu kırılamayan döngüde, ne suç kadınların yaptıklarında ne de şiddet görmek kadınların güçsüzlüğünün bir göstergesi. Bunun bir örneği ise oyun sırasında izlerken fark ettiğim “Toz” meselesi.

Oyunu izlemeden önce, oyunun isminin neden “Toz” olduğunu ve nereden geldiğini merak ediyordum. Oyunun sonlarına doğru Handan’ın annesi kocası öldükten sonra hiç temizlik yapmamasından, yapamamasından çünkü hastalanmasından bahsediyordu. Bir yandan kocası öldüğü için rahatlamış ve artık kendi hayatını yaşayabilmeye başlamıştı. Ancak, kadın yine de “Toz” a tahammül edemiyordu, çünkü yıllarca kocası tarafından bir yerin tozlu olması gibi en ufak bir bahanede bile şiddet görmüştü. İşte bu “Toz” meselesi belki de sadece, ataerkil düzendeki bu toplumun erkeklere doğuştan sağladığı gücün kötüye kullanılmasının sadece bir örneği. Yıllarca aile içi şiddete maruz kalan Handan’ın hikayesi aslında hepimiz için çok tanıdık. Çünkü bu, toplumun her tabakasında yaşanan ve yıllardır izlediğimiz dizilerde fazlasıyla işlenmiş ve çevremizde çok fazla örneğini gördüğümüz bir hikaye.


İLLÜSTRASYON: Deniz Naz Ürel, dijital illüstrasyon, 2024.
ILLUSTRATION: Deniz Naz Ürel, digital illustration, 2024.

EYlÜl
Tiyatro eleştirildikçe yaşar! Hakkında konuşulmayan oyunlar, günün sonunda hiç yaşanmamış olacaklar.

Uğur Kanbay’ın yazdığı, yönettiği ve tek kişilik performansıyla sahneye taşıdığı “Eylül” ile yolum küçücük bir salonda kesişti. O küçük sahneden kocaman bir dünyaya uzanan bu oyun birçok trans bireyin başına gelen olaylardan esinlenerek yazılan ve Türkiye’deki herkesin bildiği ama görmezden geldiği hayatları anlatan kurmaca bir hikaye. Ancak hikaye o kadar gerçekçi ve Uğur Kanbay o kadar başarılı bir oyuncu ki, oyun sizi alıp götürüyor ve kendinizi Eylül’ün hikayesine kaptırıyorsunuz.
Eylül, 28 yaşında trans bir kadın ama kendisi yaşından çok daha fazlasını görmüş, geçirmiş biri. Hiç tekin olmayan bir mahallede, 46. Sokakta, İnfazcı yokuşunun üzerinde tek odalı bir evde oturuyor ve bizlere başından geçenleri tek tek anlatıyor. Nasıl seks işçisi olduğunu, askerlik muayenesinde neler yaşadığını, ailesinin onu nasıl reddettiğini, ilk aşkını ve daha fazlasını... Oyunun ilk perdesi izleyenleri kahkahalara boğuyor. Ancak duygu geçişleri çok keskin, attığınız kahkahalar saniyeler içinde boğazınızda düğümlenen derin sessizliklere dönüşüyor. Oyun boyunca interaktif bir şekilde ilerleyen diyaloglar, sahne ve izleyiciler arasındaki bariyerleri yıkıyor. Seyirciler ise dikkatlerini asla Eylül’ün üzerinden ayıramazken buluyorlar kendilerini. Dekor, ışık ve müzik geri planda kalırken yalnızca oyuncunun performansına odaklanıyor herkes. Özellikle önlerden bilet alanlar oyuna dahil olabilme şansını da yakalıyor. Uğur Kanbay, bu oyunu yazarken trans bireylerin hayatını ajite etmek yerine insanları güldürmeyi ve bazen de güldürürken utandırmayı tercih etmiş. Bu sayede oyunun anlatımına ayrı bir samimiyet katmış.

Her ne kadar ilk yarı kahkahalar ile geçse de itiraf etmeliyim ki oyun ara verdiğinde kendimi ikinci yarıda gelebilecek duygusal bir çöküşe hazırlamıştım. Çünkü ne de olsa trans bir kadının hayatı ve yaşadığı zorluklar ilk yarıdaki kahkahalardan ibaret olamazdı sadece. Nitekim öyle de oldu. Oyunun ikinci perdesinde üst üste yaşanan trajediler çevremdeki izleyicileri gözyaşlarına boğarken hikayenin gerçekliğinin yarattığı ağırlık, oyuncunun üstün performansıyla birleşince boğazımdaki düğüm asla geçmedi. Oyunun bana yaşattığı hisler ve Eylül’ün hikayesi oyun bitse de beni terk etmedi. Sanki izlerken Eylül ile arkadaş olmuştuk, onun derdi benim derdim olmuştu. Kuşçu’ya olan aşkını kalbinin derinliklerine gömmek zorunda kalmış, fuhuşa geri dönmüştü. Oysa ki tüm dünyada gözünün içine bakan tek kişiydi Kuşçu, ne kadar zordu onu severken terk etmesi. Çocukken babasının uyguladığı cinsel istismar ise bir tokat gibi çarpmıştı. Bir an için Uğur Kanbay’ın Eylül’ün trans bir birey oluşunu bu cinsel istismara bağlamasından korkmuştum. Çünkü belki de izleyicilerin hepsi bu konu hakkında yeterince bilinçli değildi ve cinsiyet değişikliğinin sebebini cinsel istismar olarak görebilirlerdi. Neyse ki kurgu benim düşündüğüm gibi devam etmedi ve bu istismar bir neden olarak gösterilmedi. Eylül’ün fuhuş yüzünden yediği dayaklar ve hakkını alamadığı müşterisine 50 lira için saldırması ise onun sonu olmuştu. Polislerden kaçmak için Eylül tekrar Kasım’a dönüşürken sadece kendi hayatını değil onu bu hayata sürükleyen herkesi sorguluyordu. Çok geçmeden yakalanan Kasım hapse girdi, hapisten çıktığında ise kendini tekrar 46. Sokakta buldu. İşte o gün tekrar Eylül olacaktı. Hayır, fuhuşa geri dönmeyecekti, sadece kendi benliğine kavuşacaktı. İnfazcı’dan son kez indi. Köprüden atladı ve hayatına Eylül olarak son verdi. Bizler için ise Eylül artık yalnızca o günün haberinden ibaretti.

Oyun bittiğinde tek düşünebildiğim hikayenin gerçek olup olmadığıydı. İzleyicilerin hepsinin kanı donmuştu. Çünkü belki de hepimizin alışık olduğu ve göz yumduğu bir şey haline gelmişti bu haberler. Toplum tarafından her konuda dışlanan trans bireyler için intihar veya cinayete kurban gitmek yeni bir şey değildi. Sadece, biz bu kişilerin gözlerinin içine bakmıyorduk ve onların var olmalarına izin vermiyorduk. Eminim seçme şansları olsa onlar da yaşadıkları hayatın böyle olmasını tercih etmezlerdi. Doğduğumuz aile gerçekten bu hayatta edindiğimiz en büyük şanslardandı. Oyun sonrası araştırdığımda öğrendim ki, Uğur Kanbay oyunun adını 2015 yılında Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar eden trans kadın Eylül Cansın’a ithafen koymuştu. Ancak Eylül’ün hikayesi sadece Eylül Cansın’dan ibaret değildi, kim bilir daha bilmediğimiz kaç kişiyi temsil ediyordu.


İLLÜSTRASYON: Deniz Naz Ürel, dijital illüstrasyon, 2024.
ILLUSTRATION: Deniz Naz Ürel, digital illustration, 2024.

      Sevgilİ Arsız 
      Ölüm DİRmiT
   “Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit”, Latife Tekin’in büyülü gerçekçi romanı Sevgili Arsız Ölüm’den uyarlanan ve kitaptaki tüm karakterleri Dirmit üzerinden ele alan tek kişilik bir oyun. Dirmit’i ve onun gözünden tüm karakterleri canlandıran Nezaket Erden için bu oyun aslında bir yüksek lisans tezi. Oyunun yönetmenliğini üstlenen Hakan Emre Ünal ise Nezaket Erden böyle çok katmanlı bir eseri sahneye uyarlamaktan korktuğunda ona destek olan ve oyunun anlatı diline karar veren kişi. Kendisi aynı zamanda Nezaket Erden’in şu anki eşi. 

Oyun, Dirmit sahnede yere yatarken uyuyabilmek için sayıklamasıyla başlar. Ama bir türlü uyuyamaz ve yanındaki “Kepçe” olarak seslendiği saksıdaki çiçek ile konuşmaya başlar. Kepçe oyundaki tek dekordur. Dirmit, Kepçe ile köye doğru hayali bir geziye çıkar ve eski arkadaşı tulumbayı bulur. Tulumbaya şehre taşındıktan sonra yaşananları tek tek anlatmaya başlar. Bu düşsel yolculuk sırasında Dirmit, tulumba gibi gerçek olmayan bir nesneyle etkileşime girerek seyirciye direkt olarak hitap ediyor. Sadece tulumba değil, oyun boyunca Dirmit her şey ile dertleşiyor; ay, yıldız, deniz, sokak, kuşkuş otu... Dirmit’in dertleştiği şeyler ne kadar gerçek olmasa da izleyiciler o an bunu hiç düşünmüyor ve kendilerini daha rahat konumlandırıyor. Bu şekilde, oyun hem gerçekliği hem de hayali unsurları iç içe geçiriyor fakat seyirciye bu kız neden kendi kendine konuşuyor diye düşündürtmüyor.

Köyden büyük şehre göç eden orta-alt sınıf bir ailenin en küçük kızı olan Dirmit ve kurduğu hayaller, aslında Türkiye’deki pek çok kadının hayatını gözler önüne seriyor. Bu kalabalık aile sıkıştıkları tek odalı evde şehre tutunmak için mücadele ederken tüm karakterler farklı yollar izliyor. Babası yeşil kitaba tutunuyor, abileri işsiz güçsüz dolanıyor, ablası karşılıksız bir sevdaya düşüyor, kardeşi okuldan kaçıyor, annesi ise dualar okuyup duruyor. Dirmit kız ise ailede okuyan tek kişi olmayı başarıyor ancak kendine ne zaman bir uğraş edinmeye kalksa ailesi hep engel oluyor. Radyo, voleybol, kitaplar, arkadaşı Aysun, dans, şiir ve sokaklar hepsi Dirmit’e yasaklanıyor. Durmak bilmeyen merakı ve direnme gücü sayesinde Dirmit kız, karşısına çıkan zorluklarla baş etmenin türlü yollarını bulsa da şehir hayatının tehlikelerinden onu korumaya çalışan annesi Atiye, babası Huvat ve abileri, Dirmit'in bu bağımsız yollarından rahatsız oluyor ve ona gelenek ve göreneklerle dolu engeller koymaya devam ediyorlar. Annesi Dirmit’in işine cinlerin karıştığı bahanesini öne sürüyor, kızını terbiye etmesi için ise evin erkeklerini görevlendiriyor. Dirmit’i kim terbiye edecek tartışması sürüp giderken onlar “Genç kızlar böyle işlerle uğraşır mı? Anan değil baban değil, boşla.” dedikçe Dirmit kız durur mu, durmuyor. Direnebildiği kadar direniyor. Kendisine eşyasız bir uğraş bulmaya karar veriyor. Böylece kara nokta oyununu buluyor. Gözünü kapatıyor ve önüne gelen kara noktaları yeni hayatlar, yeni dünyalar olarak düşlüyor. Ama günün sonunda kara nokta oyunu bile yasaklanıyor. Dirmit’in verdiği sonsuz mücadeleyi onunla birlikte yaşıyoruz. Yolda düşmesin diye yüreğini tutan Dirmit’in direnişine katılıyoruz.

 Oyun izleyicileri hem kahkahalara boğuluyor, hem ağlatıyor ama acıma hissi bırakmıyor. Beni en derinden etkileyen sahnelerden biri oyunun sonlarına doğru Dirmit’in “Ya ben böyle bir aileye değil başka bir aileye doğsaydım.” dediği bölümdü. Oyun bitti ben eve döndüm ama o söz içimi parçalamaya beni bırakmamaya devam etti sanki. Ya biz Dirmit’in doğduğu ailede doğsaydık? Bu kadar batıl inançlar ile yönetilen, yeni doğmuş bebeğin ağzına tüküren, en küçük özgürlüğü cahillikle baltalayan bir ailede nasıl var olurdum hiç bilmiyorum. Dirmit’in hikayesini izledikten sonra onun gücüne hayran kalmamak insanın elinde değil. Bir romanı tiyatroya bu kadar iyi şekilde uyarlamak gerçekten zor bir mesele ama Nezaket Erden’in de bir röportajında dediği gibi onların en büyük gayesi bu romanı okuma ihtimali olmayan insanları da Dirmit’in hikâyesiyle karşılaştırabilmek, ve kendisi bunu inanılmaz bir performans ile gerçekleştiriyor. İzleyiciler ise kendilerini elleri koparcasına alkışlarken buluyor. Ne olursa olsun hayat devam ediyor, kendimize acımamalı, bahaneler üretmemeliyiz. Dirmit gibi kırmalıyız gönlümüzün zincirlerini.
İLLÜSTRASYON: Deniz Naz Ürel, dijital illüstrasyon, 2024.
ILLUSTRATION: Deniz Naz Ürel, digital illustration, 2024.

Berrak Güloğlu’yla Röportaj Beril Kekeç

Bu röportaj günümüz
Türkiye'sinde .zgün işler üreten, kendini alanında geliştiren ve sanat ortamına adım atan Berrak Güloğlu ile mevcut düzeni ve yaşadığı problemleri okuyucularla paylaşması adına düzenlenmiştir.



Bize biraz özgeçmişinden bahseder misin?

Koç Üniversitesi’nde Medya ve Görsel Sanatlar ve Sosyoloji bölümlerinden mezun oldum. Yaratıcılık ve sanatsal üretimin farklı türleri hayatımın çocukluktan beri hep parçası olsa da kendimi sanatçı, sanatsal üretimi de hayatımın merkezinde konumlandırmam lisans hayatımın sonlarına denk geldi. Sanatçı kimliğimi ve dilimi oturtabilmek amacıyla Sabancı Üniversitesi’nde yüksek lisans yapma kararı aldım, ardından da aynı bölümde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladım. Şu anda akademik kariyer ve sanatsal üretim birbirini nasıl besleyebilir, bu kesişimde neler yapılabilir onu keşfetmeye çalışıyorum.

Seni sanata ve sanatçı olmaya iten şey neydi? Nasıl karar verdi bu yolda ilerlemeye?

Yaptığım şey ve olduğum kişiden tatmin olacağım yolun üretimden geçtiğini kendime nihayet itiraf ettiğimde bu yolda ilerlememek gibi bir seçimim kalmadı. 

Bunu kabullendiğimde aslında hep orada olan bir şeyi reddetmek için ne kadar uğraşmış olduğumu farkettim. Hepimize dayatılan belli başlı bazı başarı kriterleri var; bunlar benim de üzerime giydiğim ve açıkçası beni çok da zorlamayan etiketlerdi. Benim için asıl zorluk bunların üzerine bir çizgi çekip, sıfırdan bambaşka bir yola çıkmak oldu. Kendini bir sanatçı olarak gerçekleştirmenin bir garantisi olmadığı gibi belirli bir yol haritası, somut bir ölçeği, kuralları da yok. Haritan da ölçeğin de kendin olmak, kurallarını kendin belirlemek, kendinden şüphe halinin içerisinde sürekli olarak buna lüksün olmadığını kendine hatırlatmak zorundasın. Özellikle arkanda maddi bir güvencen de yoksa bu yolda ilerlemek malesef iyice zor ve riskli. Tüm zorlukların farkında olsam da kendimi
reddederek yaşama ihtimali en nihayetinde daha riskli ve korkutucu geldi. 

Seçtiğin konularda yoğunlaşma motivasyonun neydi?

Neyin üzerinde çalıştığım ve neden çalıştığım benim için sürekli olarak cevaplarında derinleştiğim sorular. Başta işlerimi çok daha toplumsal seviyede ve cinsiyet ekseninde okuyordum, ancak özellikle tez süreci boyunca işlerimin son derece bireysel, hatta psikanalitik tarafları olduğunu keşfettim, hala keşfediyorum.  Bu keşif artık hem bugüne kadar yaptığım işleri nasıl okuduğumu hem de bundan sonraki işlerimin gideceği yönü temelden değiştirdi diyebilirim. Şu anda işlerimi bireysel bir arkeoloji ve iyileşme alanı olarak tanımlıyorum, işlerin toplumsal kısmı da bu süreç içerisinde kendiliğinden ortaya çıkıyor.  Oyuncak bebek çocukluğumdan getirdiğim, onunla bağda kalmam, iyileştirmem için bana alan açan ve bilinçaltımın rahatça akmasına aracı olan bir imge. Ama aynı zamanda da bir kadın olarak içinde var olduğum toplum, toplumsal kimliğim ve bireyselliğim arasındaki çatışmaları dışa vurabildiğim bir alan. 

Çok farklı materyallerle çalışıyorsun. Kafanda bir iş kurgularken materyal seçimin ya da işin bağlamını nasıl netleştiriyorsun? Bunu takiben üretim sürecin nasıl başlıyor? Yani önce birtakım taslaklar ve/veya çizimler ile mi başlıyorsun yoksa daha çok yolda şekillenen bir süreç mi oluyor?

Genelde bir materyal, imge veya imaj sebebini henüz adlandıramadığım ve bu aşamada anlamlandırmaya çalışmadığım bir şekilde beni kendine çekiyor. Beni nereye götüreceğini görmek için üzerine gitmeye başlıyorum, taslak ve planlama yapmadan sürece girmeyi deniyorum. Ortaya bir şeyler çıkmaya başladıktan sonra işin nereye gittiğini anlamlandırmaya başlıyorum ve buna bağlı olarak geriye dönük değişiklikler veya planlama devreye girebiliyor. İçime sinen işler genelde böyle bir akıştan çıkıyor ve bu şekilde çalışmayı daha samimi buluyorum. 

Eskişehir’de sergilenen Elif Atılır ile ortak enstalasyonun “Korkutan yapı sanat eseri çıktı” başlıklarıyla haberlere konu oldu. Bu gibi tepkilerin sendeki yansıması nedir? Böyle bir sonuç bekliyor muydunuz? Bize o süreci biraz anlatabilir misin?

Kesinlikle öngöremediğimiz bir durum oldu, yerel bir gazetede başlayan haber ana akım medyaya kadar ulaştı, bunun üzerine bir kaç farklı ajanstan röportaj teklifi aldık ancak reddettik. İşin böyle bir yankı bulması elbette çok eğlenceli ve beklenmedik bir durum oldu ama üzerine başka bir şey söylemek istemedik; yapılan haberlerin dilinden hareketle yöneltilecek soruların işi veya ne yaptığımızı anlamaya yönelik değil magazinsel bir yerden geleceğini hissettik. O yüzden bu doğal ve tamamen bizim dışımızda gelişen tarafını daha değerli bulduk, iş bizden çıktıktan sonra müdahalede bulunmak istemedik. Bu durumu “iş kendini gerçekleştirdi, başarılı oldu” gibi bir yerden değil, işe eklenen yeni ve eğlenceli bir katman olarak değerlendirdik. 

İşlerinden yola çıkarak günümüzdeki kadın algısı ve vücut algısı sence nasıl ele alınıyor? Bu anlamda problemli gördüğün kısımları kısaca bizimle paylaşır mısın? Ayrıca işlerini üretirken karşı tarafa mesaj verme kaygısı ile mi motive olursun, yoksa daha bireysel bir yaklaşımın mı var?

Aslında bu konu, günümüzde biraz da görünürlük aracılığı ile görünmez kılınan bir mesele. Kadın ve beden tartışması sosyal medya, reklamlar ve popüler kültür bağlamında aynı yüzeysel yaklaşım, cümle ve vaatlerle sürekli gündemde gibi görünüyor. Gücünün büyük bir kısmını kendi beslediği bu sorundan devşiren, yarattığı hayali eksikliklere hayali çözümler yaratarak tüketiciler yaratan ana akımın elbette bu konuyu gerçekten ele almak gibi bir derdi yok, tam tersine sistem için tehlike teşkil edebilecek fikirleri kendine mal ederek kavramların içini boşaltma çabasında. Ben geleneksel anlamda bir aktivist değil sanatçıyım, bu yüzden toplum olarak buradan nasıl bir çıkışımız var, var mı gibi soruların cevaplarını maalesef ben de veremiyorum, aksiyon değil, düşünce ve duygu odaklı üretebiliyorum. Sanatın bu sorunları çözmek zorunda olduğunu da buna tek başına kabiliyeti olduğunu da düşünmüyorum; ama hem sanat üretirken hem de izlerken bedenlerimizle olan ilişkimize yönelik bir sorgulama ve yeniden ilişkilenme alanı yaratabileceğini düşünüyorum. İşlerimi üretirken başlangıç noktam bir mesaj vermek, bir sorunu ortaya koymak veya çözmek değil. Ben bireyselden yola çıkıyorum ve elbette politik olan da bu süreçte işin içerisinde kendiliğinden yerini buluyor, zaten bu ikisini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak hiçbir zaman mümkün değil. 

İşlerinin çalındığına şahitlik etmiştim. Bu konuda herhangi bir aksiyon aldın mı? Bu durum motivasyonunu nasıl etkiledi?

Malesef Türkiye’de bu konuda sanatçıyı koruyan bir mekanizma veya böyle bir durum olduğunda bunu görünür kılmaya dayalı bir kültür yok. Gerçekten zorlayıcı bir durum olmakla birlikte Şükran Moral’ın bile yakın zamanda gözümüzün önünde işlerinin çalındığı ve bu konuda hiçbir önlem veya kınama söz konusu olmayan bir sanat ortamında benim gibi kariyerinin başındaki bir sanatçının başına bunun gelmesine şaşırmıyorum. Bir sanatçının beğendiği, kendi yansımasını gördüğü başka işler ve sanatçılar olabilir, benim de var. Özellikle genç bir sanatçının kendi dilini oluşturmaya çalışırken bu örnekleri kopyalayarak çalışmasında büyük fayda var elbette. Ancak bu durumda bu işler su yüzüne çıkarılmamalı, deneme olarak kalmalı diye düşünüyorum, özellikle işin orijinali henüz hala kendini var etmeye çalışan, ismi ve işleri kendine sağlam yer bulmuş birisi değilse. Maalesef senin de belirttiğin gibi birden fazla kez başıma gelen bir durum oldu. Bulunduğumuz sanat ortamında daha geniş çıkar ilişkileri böyle kaygılardan daha ağır basabiliyor, bu tarz bir mekanizmanın yokluğunda veya size cevap vermemesi durumunda da haklılığınız sosyal medya gücünüz ile ölçülür bir hale gelebiliyor. Bu yüzden her ne kadar üzücü olsa da enerjimizi neye aktarmak istediğimize odaklanmak durumunda kalabiliyoruz, bu enerjiyi daha iyi işler üretmeye aktarmanın o anki ihtiyaçlarıma daha iyi cevap vereceğine karar verdiğim durumlar da oldu, birebir konuşarak karşımdaki kişiyi anlamaya çalıştığım da. Elbette birilerinin size ait, çok bireysel bir dertten kopup gelen bir işi alıp yüzeysel bir imgeye çevirip bununla bir şekilde görünürlük kazanması ağır gelebiliyor ama bu deneyimden ne öğrenebilirim veya nasıl motivasyona dönüştürebilirim diye sormak da mümkün.

Türkiye’de sanat dünyasında ‘kesinlikle değişmeli’ diye adlandırabileceğin konular nedir?

Sanat ortamımızda heyecan verici veya yeni bir şeye artık çok nadir rastlıyorum, maalesef görünürlüğe sahip olabilmenin de zaten bu kriterler bazında değil bireysel ilişkiler ağlarıyla sağlandığını düşünüyorum. Bireysel ilişkiler nerede olursa olsun bu işin doğasının belki de reddedilmez bir parçası, ama sırf bu ilişkilerden doğan sıkıcı, yeni hiçbir şey söylemeyen, denemeyen, varolanın varyasyonu işlere tekrar tekrar maruz kalmak malesef bana artık çok sıkıcı geliyor. Sansür meselesinden zaten bahsetmeye gerek bile duymuyorum, bundan 30-40 sene önce Türkiye’de üretilen işlere baktığımda bu anlamda zamanla geriye gittiğimizi görüyor ve üzüntü duyuyorum. 

Sence bu zorlu alanda tutunmaya çalışmak yerine günümüz dijital dünyasında (instagram, tiktok gibi) kendini ve işlerini paylaşmak daha mı tercih edilir bir alan oldu? Kendi kitleni yaratmak, seni ve işlerini takip eden insanlara üretmenin avantajları ve dezavantajları nedir sence?

Geçmişte sosyal medya alanında çalışmış birisi olarak o mecraların çok belirli algoritmaları ve dili olduğunu biliyorum. Ben dilimi sosyal medya parametrelerine adapte etmeyi ve enerjimi oraya akıtmayı kendi adıma doğru bulmuyorum, çabuk üretilen ve çabuk tüketilen işler ilgimi çekmiyor. Bu elbette işlerimi sosyal medyada paylaşmadığım ve paylaşmayacağım anlamına gelmiyor ama orayı eserlerimi görünür kılmak veya kendimi gerçekleştirmek için uygun bir mecra olarak görmüyorum. Paylaştığım işler kendiliğinden uygun bir kitleyle buluşursa ne güzel, ama oradaki ilişkiler ağı ve gruplar benim ilgimi çekmiyor, ürettikleri de heyecan vermiyor.



 



DelusıOn
Chapter No.2

how socıal medıa homogenızes beauty standards  | ezgi çolakbüyük

DISTRACTED | ali özgün akyüz

dreal | zeynep zontur

lımınal spaces | bartu başaran




fotoğraf: Ali Özgün Akyüz, dijital kamera, 2024.
photograph: Ali Özgün Akyüz, digital camera, 2024.