ARTNİYETARTNİYETARTNİYETARTNİYETARTNİYET


Sayı 4
Yılda bir yayımlanır
ilkbahar 2024

4



sabancI unIversIty
va490/580 professIonal practIce as a desIgner
Issue 4
Released Annually
Spring 2024








Editöryel Tasarım / Editorial Design
bahar uygun
bartu başaran
berİl kekeç
denİz naz ürel

İçerik üreticileri / Content Creators
alİ özgün akyüz
bahar uygun
bartu başaran
berİl kekeç
denİz naz ürel
elİf mİrsu erdoğan
ezgİ çolakbüyük
ezgİ şanlı
rayan moukaddem
ruslan abbas
sadeen al adham
zainab tajamul rauf
zeynep zontur




Web Tasarım / Web Design
alİ özgün akyüz
Tashih / Proof Reading
elİf Mİrsu erdoğan
zeynep zontur

Danışman / Supervizor
onur f. yazıcıgİl

İletişim / Contact
oyazicigil@sabanciuniv.edu

Teşekkürlerimizle / Special thanks
alİ doğan arslan
dİlek mertoğlu turhan
mutlu bozkurt besİmzade

Fonts
skolar family by David Březina
artniyet4 by the content creators
Playpen Sans by Laura Meseguer, Veronika Burian, José Scaglione
noto sans mono by Steve Matteson


Bu dergideki ve websitesinde bulunan bütün içerikler öğrenciler tarafından kaleme alınmış olup kendi şahsi görüşlerini yansıtmaktadır.
All content in this magazine and on the website is written by students and reflects their personal views.

fotoğraf: Ali Özgün Akyüz,dijital kamera, 2024.
photograph: Ali Özgün Akyüz, digital camera, 2024.





ArT VoIcES
Chapter No.1


açık mektup / open letter | bahar uygun

arter - dolapdere çelışkisı | beril kekeç

sahnede tek kişi | deniz naz ürel

berrak güloğlu'yla röportaj | beril kekeç




fotoğraf: Ali Özgün Akyüz, dijital kamera, 2024.
photograph: Ali Özgün Akyüz, digital camera, 2024.

Açık Mektup
Bahar Uygun
Open Letter
Bahar Uygun

ArtNiyet #5 Ekibine,

Merhaba! Tanışmıyor olabiliriz, belki de zaten tanışıyoruz. Görsel İletişim Tasarımı alanına duyduğun ilgi bizi bir araya getirmiş olabilir veya sadece rastlantısal olarak bu dergiyi okuyorsun. Her kim olursan ol, ilk açık mektubumu okuduğun için teşekkür ederim. İçe dönük biri olarak cesaretimi toplayıp fikirlerimi yazdım. İlkokulda yaşadığım ilk mektuplaşma deneyimimi de hatırlayarak nostaljik bir duygu katmak istedim. 

Bu sayı için içerik üretirken kimlerin ne ile ilgileneceğini düşündüm durdum. Sonra eski ArtNiyet ekiplerine ve şimdikine baktım. Bu açık mektubu yazarak gelecek ArtNiyet ekiplerinin kendi aralarında dergi üzerinden iletişim kurabilmesini başlatmak istedim. da dahil olabileceği çoklu bir iletişim kanalı oluşturmayı hedefledim. Dilersen, bir sonraki sayıda yazdıklarıma cevap yazabilir, üstüne kendi fikirlerini ekleyip açık mektup zincirini ilerletebilirsin.


Kendimi bildim bileli sanatla uğraşmayı seviyorum. Küçükken gereksiz konuşmayı  için resim yaparak hislerimi aktarıyorum. İlkokulda ve ortaokulda resim çizme sevdam kendi çapımda, bazen arkadaşlarımın desteğiyle devam ediyor. Lisede bu işi daha ciddiye almaya başlıyorum. Lise 3’te aileme bu isteğimden bahsettiğimde ailem sıcak bakmıyor. Ekonomik sebeplerden dolayı önce normal bir meslek edinmem sonra sanatı hobi olarak devam ettirmem söyleniyor. Kendi potansiyelimin farkına henüz varmamış ben bu durumu kabulleniyor ve sanata yakın olduğunu düşündüğüm için psikoloji alanına yönelmeye başlıyorum. Bakıyorum psikoloji beni hiç sarmıyor. Kurtuluş yolum bu okulun bölüm seçme özgürlüğü oluyor. 

Bu “ilk normal bir meslek oku hobi olarak sanat yaparsın” düşünce kalıbı nereden geliyor? Yaratıcı alanda okuyan arkadaşlarıma ve ders veren hocalarıma sorduğumda onlar da benzer yollardan geçmiş. Ekonomik sebeplere hak verilebilir. Fakat ruhumuz beslenmediği sürece çok para kazanmanın ne amacı var? Sevdiğin işi yapmadığın sürece yaşamanın ne amacı var? Niye geldin ki o zaman bu dünyaya? Hocalarımızın bize risk almayı tavsiye etmelerinin arkasında yatan bu olmalı. Sevmediğim bir işe hapsolup mutsuz olmaktansa sevdiğim işi hakkıyla yapıp belki ihtiyaçlarımı ucu ucuna karşılamayı tercih ederim.

Öncesinde şöyle bir teori vardı kafamda: bu kalıbı yaymak bir olabilir miydi? “Sen şimdi bu bölüme bir talep oluşturma, bu bölüm özel kalsın”. “Herkes bilmesin, herkes yapmasın” gibi bir şey mi? Fakat sonra bu teoriden daha net inandığım bir şey oldu o da grafik tasarım alanı hakkında yeterli bilgisi olmadığı için ailelerin bu bölümü çocuklarına önermeyi çekinebilmesidir. Sonuçta bir insan birine bilmediği ve denemediği bir şeyi nasıl önerebilir? Bu konuda grafik tasarım alanında yeterinceoluşmamış farkındalığın tasarım okumaya gösterilen ilgiyi değiştirebileceğini keşfettim. Sonuçta ne olursa olsun hayat sevmediğimiz işi yapmak için çok kısa. Risk al gitsin.

Akıllı Telefon Bağımsızlığı

Hayatımızı birçok açıdan epeyce değiştiren koca bir pandemiyi nihayet atlattık sanıyoruz, değil mi? Fakat kimimizin beyni hâlâ uyuşuk ve bu virüsten kaynaklanmıyor. COVID-19 büyük ölçüde bitince fark ettim, bir çoğumuz hâlâ bir pandemi içinde: akıllı telefon bağımlılığı.

Pandemide mecburen telefonlara daha çok sarıldık çünkü eve kapanmıştık. Yalnızdık, sıkılıyorduk tabi ekrana sarılmaktan başka şansımız yoktu. Evde kös kös oturacak mıydık? Hayır tabi ki, Netflix’i yala yut, içini tweet zincirine dök, Instagram Reels’te kaybol. Pandemide akıllı telefon bağımlılığı sıkıntılarımızı azaltır mıydı? Zehir zehiri söker miydi?

Yeminle pandemide nasıl zaman geçirdiğimi hatırlamıyorum. O yıllar yok gibi. Sürekli Instagram’da gezindiğim için resmen dönem dönem hangi şarkıların popüler olduğunu takip edebiliyordum. Bir ara Doja Cat “Say So” tahttaytı bir ara BENEE’nin Supalonely şarkısında dalgona kahveleri yapılıyordu. Hadi o ara işimiz gücümüz yoktu, bu şekilde dünya virüsüne karşı dayanıyorduk evde. Peki ya sonra? Pandemi büyük ölçüde bitip hayatımıza geri döndüğümüzde ne yaptık? Bu bağımlılığımız devam etti tabi bir günde bitecek bir şey değil ya. İstemiyor muyduk gezip tozup hayatın tadını çıkarmayı? Gezip tozma isteğimizi akıllı telefon bağımlılığına mı yedirdik? Tamam, herkes gezme sevdalısı değil, bi tık benim gibi, ama olay sadece bu değil.

Peki ya yaratıcılık? Muhtemelen farkında değilsiniz ama sosyal medyada tükettiğiniz her bir content frontal korteksi dolduruyor. Ee, ne var ki frontal kortekste? Orası bizim yaratıcı düşünme alanımız, orası boş bilgilerle dolarsa yaratıcı düşünmeye yerimiz kalmamış oluyor. Bu da yaptığımız işi derinden etkiliyor haliyle. Yaratıcılık alanında eğitim gören ve çalışan insanlar olarak akıllı telefon bağımsızlığına daha çok önem vermeliyiz.

Yani pandemide uyuşuktuk geçerli sebeplerden dolayı ama bunu sürdürmek zorunda değiliz. Uyanabiliriz. Hayatın güzelliklerini ve bize sağlayabileceği potansiyeli keşfetmek için daha çok yolumuz var. Mümkünse biraz habersiz kalalım birbirimizden, özleyelim, insan yüzü görelim telefon ekranı yerine akıllı telefonların olmadığı zamanlarda yaşamayı dilemek istemiyorum artık, lütfen uyanın da gerçek olsun. Bağımsız olalım şu akıllı telefonlardan.

SürDüREBİlirim

Bilenler bilir, benim en büyük ilgi alanlarımdan biri sürdürülebilirlik. Üstüne yoğunlaşıp kafa patlatmayı severim. Bazen beynim bu konuda o kadar yanıyor ki bir süre uzaklaşırım sonra özleyip geri gelirim. Öyle bir ilişkimiz var. Bu alanda en keyif aldığım şeylerden biri okuldaki bu amaçla kurulmuş katılmaktır. Benim gibi düşünen ve aktif rol alan insanlarla bir araya gelmek harika bir his. Mezun olduktan sonra da buna benzer gruplarda bulunmayı planlıyorum.

Dünyanın sürdürülebilir olması gerektiği inanışına lise üç civarları farkına varıyorum. Edinmeye çalıştığım ilk sürdürülebilir adımları anımsamaya çalışıyorum da üstünden epey bir zaman geçmiş. İlk edinmeye çalıştığım sürdürülebilir alışkanlık sanırım saçımı katı sabunla yıkamaktı. Katı sabunla katı şampuan arasındaki farkı anlamadığım için kafama göre bir beyaz sabunla saçımı yıkayıp saçımı ettiğimi hatırlıyorum. Deneye yanıla sürdürülebilir kişisel bakım alışkanlıklarını öğrenmeye başlamış oldum. Benzer zamanlarda kıyafet konusunda da epey bir bilince ulaştım. Çok, kalitesiz ve etik olmayan şartlarda üretilen kıyafetler alacağına az sayıda, kaliteli ve yıllarca sevip giyebileceğin zamansız şeyler al. Başta hedefim buydu, tüm kriterleri fullemek. Ancak zaman geçtikçe her fırsatta sürdürülebilir yerlerden alışveriş yapmayı sürdüremeyeceğimi anladım. Önceliğim sürdürülebilir, etik, küçük tatlı işletmelerden satın almak. Eğer baktım ki öyle bi seçeneğim yok, o zaman kalitesine güvendiğim hızlı moda markalarından alışveriş yapıyorum. Bu noktada o ürünün şu anki yaşam stilime uyup uymadığına ve uzun süre giyilebilirliğine bakıyorum. Tamam ben çürüyene kadar o kıyafetler benden önce çürüyecek ama şu anki hayat tarzımla uyuşuyorsa ve yine de yıllarca giyeceksem neden almayayım? Yani günün sonunda her kriteri doldurmak mümkün olmuyormuş. Belki mecbur kalıp hızlı modadan alacaksın ama satın alma frekansını düşük tutarsan doğaya küçük de olsa yine fayda sağlayacağını düşünüyorum.

Haliyle bu kadar yıl sürdürülebilir yaşam sürme konusunda yaptığım deneme yanılmalar ve pasif araştırmalar sonucu aklımda dönüp duran bir soru var: Önce küçük adımlarla mı başlamak lazım, yoksa dünyayı en çok kirleten şey mi hedef alınmalı? Bunun argümanı henüz tamamlanmadı içimde. O yüzden bu soruyu en sona bıraktım. Bu mektuba cevap yazmak istiyorsan bu konuda fikrini belirtmek istersin belki, ne dersin?

Umarım bu mektubumda kendinden bir parçayı uyandırmışımdır.

Kendine iyi bak.

Bahar Uygun / Nisan 2024
To Art Niyet #5 Team,

Hello! We might not have met before or maybe we already have. Your interest in Visual Communication Design may have brought us together or you might just be randomly reading this magazine. Whoever you are, thank you for reading my first open letter. As an introvert, I gathered the courage to express my thoughts . I also wanted to add a nostalgic touch to my letter by recalling my first experience with letter writing back in elementary school.

While creating content for this issue, I thought about who would be interested in what content. Then, I looked at the past ArtNiyet teams and the current one. By writing this open letter, I wanted to initiate communication among future ArtNiyet teams through the magazine. I aimed to create a multi-channel communication platform that
could also join. If you wish, you can respond to my letter in the next issue, adding your own thoughts and continuing the open letter chain.

“First be ordiNaRythen go crazy!”

I’ve always loved art ever since I can remember. As a child, I expressed my feelings through drawing because I didn’t like . My passion for drawing continued in elementary and middle school, sometimes with the support of my friends. In high school, I started taking this passion more seriously. When I mentioned this desire to my family in the third year of high school, they didn’t approve. Due to economic reasons, they advised me to first pursue a “normal” profession and then continue art as a hobby. Not yet realizing my own potential, I accepted this situation and started leaning towards the field of psychology because I thought it was close to art. As it turns out, psychology is not my thing. My salvation comes with the freedom of selecting programmes that is offered in this school.

Where does this mindset of “first get a normal job, then create art as a hobby” come from? When I asked my friends studying in creative fields and the professors teaching us, they had similar experiences. Economic reasons may be understandable. But what’s the point of earning a lot of money if our souls are not nourished? What’s the point of living if you’re not doing what you love? Why did you come into this world then? This must be the underlying reason behind our teachers’ advising us to take risks. Instead of being trapped in a job I dislike and being unhappy, I would rather do a job I love but barely meet my needs.

I had this theory in my mind: could spreading this mindset be a ? “Don’t create demand for this field, let this field remain special.” Could it be like “not everyone should know, not everyone should do it”? But then I became more convinced of something from this theory, which is that parents might hesitate to recommend this field to their children due to a lack of knowledge about the graphic design area. After all, how can someone recommend something they don’t know and haven’t tried? I discovered that the lack of sufficient awareness in the field of graphic design could change the interest in studying design. After all, life is too short to do a job we don’t love. Risk it.

Smartphone Independence

We think we’ve finally overcome a pandemic that has changed our lives in many ways, don’t we? However, some of our minds are still numb, and it’s not due to that virus. When COVID-19 largely subsided, I noticed that many of us are still within a pandemic: smartphone addiction.

During the pandemic, we clung to our phones more because we were stuck at home. We were alone, bored, and had no choice but to stare at screens. Were we going to sit at home doing nothing? Of course not, binge on Netflix, spill your guts on Twitter threads, get lost in Instagram Reels. Would smartphone addiction reduce our pandemic-related troubles? Would poison counteract poison?

I swear I don’t remember how I spent time during the pandemic. Those years seem non-existent. Because I was constantly browsing Instagram, I could literally keep track of which songs were popular at different times. At one point, Doja Cat’s “Say So” was trending, and at another, people were making Dalgona coffees to BENEE’s “Supalonely” song. Well, at that time, we had nothing else to do, and this was how we coped with the global virus at home. But then what? When the pandemic largely ended, and we returned to our lives, what did we do? This addiction continued, of course; it’s not something that will end in a day. Didn’t we want to explore and enjoy life once again? Did we feed our desire to explore and enjoy life to smartphone addiction? Okay, not everyone is a travel enthusiast, maybe a bit like me, but that’s not the only issue here.

What about creativity? You probably don’t realize it, but every piece of content you consume on social media fills up your frontal cortex. So, what’s in the frontal cortex That’s our creative thinking space, and if it gets filled with useless information, we lose space for creative thinking. This deeply affects the work we do, naturally. As people educated and working in the field of creativity, we should pay more attention to smartphone independence.

So, we were numb during the pandemic for valid reasons, but we don’t have to sustain that. We can wake up. We have a long way to go to discover the beauties of life and the potential it can offer us. If possible, let’s be a bit disconnected from each other, let’s miss each other, let’s see human faces instead of phone screens. I don’t want to wish for times without smartphones anymore; please wake up and make it real. Let’s be independent from these smartphones.

I Can SuSTaiN

Those who know me well know that sustainability is one of my biggest interests. I enjoy focusing on it intensely and brainstorming. Sometimes my brain burns so much on this topic that I take a break for a while and then come back, missing it. We have such a relationship. One of the things I enjoy most in this area is joining the set up for this purpose at school. Coming together with like-minded people who actively participate is a great feeling. After graduation, I plan to be involved in similar groups.

I realized around my junior year in high school that the world needs to be sustainable. I try to remember the first sustainable steps I tried to take, but it’s been a while. I think my first attempt at sustainability was probably washing my hair with solid soap. I remember using a white soap on my hair because I didn’t understand the difference between solid soap and solid shampoo, and I ended up ruining . I started learning sustainable personal care habits through trial and error. Around the same time, I also became quite conscious about clothing. Instead of buying a lot of low-quality clothes produced in unethical conditions, buy a few, high-quality, timeless pieces that you can love and wear for years. Initially, that was my goal, to fulfill all criteria. However, over time, I realized that I couldn’t sustain shopping from sustainable places at every opportunity. My priority is to buy from sustainable, ethical, small businesses. If I see that such an option is not available, then I shop from fast fashion brands that I trust for their quality. At this point, I look at whether the product fits into my current lifestyle and if it’s wearable for a long time. Okay, those clothes will decay before I do, but if they fit my current lifestyle and I can wear them for years, why shouldn’t I buy them? So, at the end of the day, it’s not always possible to fulfill every criterion. Maybe I’ll have to resort to fast fashion at times, but I believe that keeping the frequency of purchases low will still benefit nature in some small way.

Therefore, after years of trial and error and passive research on living sustainably, there’s a question that keeps looping in my mind: Is it better to start with small steps or should we target the things that pollute the world the most? The argument for this hasn’t been fully formed in me yet. That’s why I saved this question for last. If you want to respond to this letter, maybe you’d like to share your thoughts on this issue. What do you think?

I hope I have awakened a part of yourself in this letter.

Take care.

Bahar Uygun / April 2024
İLLÜSTRASYON: Bahar Uygun, dijital illüstrasyon, 2024.
ILLUSTRATION: Bahar Uygun, digital illustration. 2024.




Not:Size bir grafik tasarımcı esprisi yapayım mı?

Kötü tasarımlara kim ceza keser?
Note: Wanna Hear a graphic designer joke?

What does a graphic designer say when running late?

GRAFİK POLİSiI GOt StuCk At GraPhIC

ARtER - DolapDERe ÇelİşKİsi
Beril Kekeç

Bu konu hakkında yazılmış gazete yazıları ve makaleler var.

Koç Holding ve Arter Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un toplantıya gönderdiği mesajda da belirttiği gibi, Arter, yeni binası ile “herkese sanatla özgürce karşılaşabileceği bir ortamı mümkün kılmayı, çocukları yaratıcı düşünce ve sorgulama becerisinin dinamikleri ile donatmayı; yetişkinlerin de sanata erişim ve katılım hakkını yaygınlaştırmayı” hedefliyor.

Taşınmak isteyenler, Arter’den sonra vazgeçtiler

Farklı sanatsal disiplinleri bir araya getiren, yaratıcılığı tetikleyen, herkese açık, dinamik ve çok disiplinli bir programlama yapısına olanak sağlayacak bir bina şeklinde inşa edilen Arter, görsel ve fiziksel olarak birbirlerine açılarak bağlanan mekânlardan oluşuyor. Bu kapsamda önemli bir diğer konu da, Arter’in bulunduğu bölge açısından olumlu bir değişime öncülük edebilecek olması. Arter Kurucu Direktörü Melih Fereli, Arter’in dışadönük bir yaklaşımla, etrafıyla bağlar kuran sanatsal ve sosyal bir buluşma noktası olarak tasarlandığını söylüyor. Dolapdere’ye gelme fikrini aldıktan sonra bölgeyi mercek altına aldıklarını kaydeden Fereli, şunları anlatıyor: “Mahalle ve mahalleli ile kurduğumuz ilişkiyi geliştirmeyi hedefliyoruz. Komşu Kart projesi ile mahallede yaşayanlarla toplantılar yapacağız. Aidiyet hissini kazandırmak istiyoruz. Nitekim biz gelmeden önce Dolapdere’den taşınmak isteyen insanlar, taşınmaktan vazgeçtiklerini söylüyorlar. Amacımız, burada yaşayan insanların hayata dönmesine destek vermek.” Bu arada Koç Topluluğu şirketlerinden Tüpraş, 5 yıl boyunca Arter’in kurumsal sponsorluğunu üstleniyor. Bu sayede, 24 yaş ve altındaki gençler, Arter sergilerini her zaman ücretsiz olarak ziyaret edebilecekler.1 

Peki derslere de tartışma konusu olan bu lokasyon cidden mahalleliyi - Dolapdere insanlarını - Arter’e davet ediyor mu?

İhtişamlı müze mimarisi, içinde Divan Restauran gibi lüks olanağı ve Dolapdere manzaralı bu teras, gerçekten orada yaşayan insanları müzeye davet eder biçimde mi tasarlanmış yoksa zengin-fakir, elit-sıradan insan temasını tekrar tekrar vurgulayan ve onlara yerlerini her seferinde hatırlatan bir konuma mı sahip?

Arter’e birden çok gitme fırsatım oldu. Evet, mesela İstanbul Modern ile karşılaştırıldığında fiyatlandırma daha uygun ve rehberli tur fırsatı özellikle öğrenciler için çok ulaşılabilir. Fakat ben kendimi avantajlı görüyorum ve o müzeye rahatça girebiliyorum. Peki orada yaşayan halk, durumu olmayan öğrenciler, belki Divan’da yemek yiyemeyecek ya da müzeye girmekten çekinebilecek insanlar için de amaçladıkları gibi kucak açıcı bir yapısı mı var?

Öncelikle Dolapdere semtini ele alalım. Genellikle gecekonduların yoğun olduğu bu bölgede, yerel esnaf ve oto tamirciler mevcut. Müzeyi gezmeye karar verdiğimiz ve arabayla gitmek istediğimiz düşünülürse Arter’in herhangi bir otoparkı yok. Kendi internet sitesinde ise İstanbul Kongre Merkezi’nin veya çevredeki İspark’ların kullanımını öneriyor. Ya da Taksim’den kalkan düzenli servisleri ile de ulaşım sağlamak mümkün. Dolayısıyla müzeye ulaşım mahalle ile interaksiyonu gerekli kılmış. Siz daha o ihtişamlı kapıdan içeri girmeden Dolapdere atmosferine maruz kalıyorsunuz. Bu interaksiyon sosyolojik bakımdan ele alındığında çeşitli konuları gündeme getirse de kimi ziyaretçiler için güvenli bulunmayabilir. Özellikle de müzede geç saatlere kadar kalıp akşam eve dönmeniz gerekiyorsa tek başınıza Dolapdere sokaklarında yürümek kimi ziyaretçiler için alışılmadık olabilir.

Güvenli ulaşım bir yana, Dolapdere insanın bu müzeye alışmış olduğunu pek düşünmüyorum. Nitekim boydan boya camdan yapılmış sergi duvarları dışarıdaki kesim ile iletişimi her an canlı tutuyor. Genellikle siz sergiyi gezerken dışarıdaki kesim de sizi izliyor. Bu da çok farklı karşılıklı bir deneyime yol açıyor. Sanki ortada bir tiyatro var, oyuncular sergiyi gezen, müzeye rahatça erişimi olan kişiler ve seyirciler de asıl yerel halk. Bu izlenme hissi bana sosyo ekonomik farklılıkların yıkılmaz varlığının altını çizmek gibi geliyor. Belki bugüne kadar hiç alt kesim ile interaksiyonu olmamış, görece ayrıcalıklı kesim için ilginç bir oyun alanı gibi algılansa da kendini hiçbir zaman sanata, müzelere erişemeyecekmiş hisseden bir insanı ele alırsak durum maalesef davet eder nitelikte değil. Aksine lüksü, sanatın yüksek zümreye hitap edişini, o elitist camiayı yerel halkın gözüne sokmaktan ibaret. 

Kendinizi birkaç dakikalığına Dolapdere insanı yerine koymanızı isteyeceğim. Modern sanatı merak eden, kendi halinde bir insansınız. Bu ihtişamlı yapının önüne geldiniz. Müzeye girmeden önce camdan bakıp insanların tavırları, pahalı kıyafetleri, telefonlarından sürekli çektikleri fotoğraflar ve gösterişli eserler ile karşılaştınız. Gerçekten ne hissederseniz? Bu atmosfer sizi gerçekten müzeye girmeye davet eder mi?

Yoldan geçen ve müzeye girmek isteyen bir insanı ele aldık. Bir de Arter’in arkasında oturan ve her gün Divan Restauran’ın terasına maruz kalan bir insanı ele alalım. Mahalleye, o kültüre hiç de oturmayan, kademeli bir kentsel dönüşümden meydana gelme değil de radikal bir bina olan Arter ile hergün yüzleşmek, terasta keyifli kokteyllerini yudumlayan insanlar her gün size tekrar tekrar kendini gösterirken mütevazı apartmanınızda ne hissederseniz? 

İstanbul kozmopolitik bir şehirdir. Özellikle Beyoğlu bu içiçeliğin derinden hissedildiği bir ilçedir. Ama bu kendiliğinden oluşmuş kozmopolitliğin içinde bile yazılı olmayan belli bir kural vardır. Bir cadde, bir mahalle çok lüks markalar, ihtişamlı binalar ve ayrıcalıklı zümreye aitken, hemen yanındaki mahalle tamamen zıt unsurları barındırabilir. Fakat buradaki önemli nokta yerel halkın zaten bu duruma alışkın olmasıdır. Eğer bir değişim olacaksa da bu değişim kademeli bir şekilde belki kentsel dönüşüm belki de zamanla şehirden göç ile oluşur. Dolayısıyla şehir yavaşça dönüşür. Fakat bugün Dolapdere’de inşa edilmiş Arter bu duruma tamamiyle ters bir fikirden yola çıkılarak inşa edilmiştir. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğim Koç ailesinin “herkese sanatla özgürce karşılaşabileceği bir ortamı mümkün kılmayı, çocukları yaratıcı düşünce ve sorgulama becerisinin dinamikleri ile donatmayı; yetişkinlerin de sanata erişim ve katılım hakkını yaygınlaştırmayı” hedefi görece radikal, ve amacına pek de ulaşamamıştır.

 
FOTOĞRAFLAR: Beril Kekeç'in kişisel arşivi, Dolapdere, 2024.
PHOTOGRAPHS: Beril Kekeç's personal archive, Dolapdere, 2024.

1.https://www.dunya.com/kose-yazisi/arter-dolapdereyi-sanatla-hayata-dondurecek/452890

SAHNEde Tek KiŞi
Deniz Naz Ürel
Tiyatro eleştirildikçe yaşar!
Hakkında konuşulmayan
oyunlar, günün sonunda hiç
yaşanmamış olacaklar.

Beni en derinden etkileyen tiyatro oyunları, belki de toplum tarafından izlenilmektenen .ok ka.ınılanları. Tek kişilik oyunlardan neden çekiniyor insanlar hiç anlamıyorum. Çünkü, bana kalırsa bu tek kişilik oyunlar oyuncuların en zor sınavı. Dakikalarca izleyicilerin karşısında dekorlar ve ışıklar ile yalnız kaldığınızı hayal edin. Karakterden karaktere duygudan duyguya atlarken aslında sadece seyirci ile başbaşasınız. Bu eleştiri yazısı ise tiyatroyu yaşatmak ve tek kişilik oyunlardan ka.anları durdurmak i.in attığım bir adım. Şimdi sizleri sahnede “Toz”, “Sevgili Arsız .lüm Dirmit” ve “Eylül”ü izlemeye davet ediyor, onların inanılmaz performanları ile baş başa bırakıyorum. Hepinize iyi seyirler!


TOZOyun başladı. En başta anlaşılmayan sahneler oyunun sonuna doğru ancak açığa çıkacaktı. Hızla değişen zaman ve mekan; bir çocukluk hikayesinden geleceğe, gelecekten farklı geçmiş zamanlara bölünerek oyunun ana karakteri Handan ile bizi tanıştırıyor. Karısıyla kendi düğününde tanışmış ünsüz bir avukatın ve dünya güzeli bir ev kadınının tek çocuğuydu Handan. Tek kişilik bu oyunda, 60 dakika gibi bir sürede dev bir kadroyu canlandıran Zerrin Tekindor, bütün oyun boyunca tek bir tabure üzerinde otururken kostüm bile değiştirmeden saniyeler içerisinde 10’dan fazla karaktere bürünüyor ve duygular arası çok hızlı geçiş yapabiliyor. Minimalist bir anlatış biçimine sahip olan bu oyunda, oyuncu performansı dışında en önemli ögeler müzik ve ışık. Sahne geçişlerindeki ışık kullanımı Zerrin Tekindor’un karakter değişimleriyle örtüşüyor ve anlatımı daha etkili kılıyor. Ayrıca oyunun Zerrin Tekindor’un oğlu Hira Tekindor tarafından yönetilmesi bence ana karakterin performansına ekstra bir anlam katmanı ekliyor.

1960’lı yıllardan günümüze uzanan bu oyunda yetişkin olarak karşımıza çıkan Handan’ın çocukken büyüdüğü evin içi en az o dönemin sokakları kadar huzursuz. Aşık olduğu kişi tarafından terk edilen babası, görücü usulü başka bir kadınla evlendiriliyor. Her fırsatta aşık olduğu kişi olmadığı için teselliyi eşini dövmekte buluyor. Belki de sırf şiddet dürtüsünü bastıramadığı için küçük kızını alkolik kardeşiyle yaşamaya zorluyor. Böylece köleleştirdiği eşini, kızıyla aynı şehirde yaşamalarına rağmen farklı kıtalar kadar uzaklaştırıyor. Aynı dilde anlaşamayan bu ebeveynlerin tartışmaları, farklı zamanlarda duyulan tokat seslerine dönüşüyor. Handan’ın zihninde ise bu sesler defalarca yankılanmaya devam ediyor. Kız büyüdüğünde babasının izinden gidip avukat olmak yerine mimar olmak istiyor. Bu yüzden, kendi özgürlüğüne kavuşmak için babasına kafa tutuyor. Annesi gibi olmadığını, dayak yemekten korkmadığını ve asla da yemeyeceğini, bu sayede özgür olabileceğini haykıyor. Fakat, Handan’ın o an babasından beklediği tokatı, babası yerine onu aldatan biricik kocasının atacağını öngöremiyor. İşte seneler sonra atılan o tokat hatırlatıyor babasından okulun ilk günü herkesin içinde yediği o dayağı. Handan, annesini yıllarca acınası olmakla suçlarken annesinin sadece onu korumak için nelere katlandığını o an fark ediyor. Çünkü, o ne kadar güçlü olursa olsun sonu annesinden farklı değil. Bu kırılamayan döngüde, ne suç kadınların yaptıklarında ne de şiddet görmek kadınların güçsüzlüğünün bir göstergesi. Bunun bir örneği ise oyun sırasında izlerken fark ettiğim “Toz” meselesi.

Oyunu izlemeden önce, oyunun isminin neden “Toz” olduğunu ve nereden geldiğini merak ediyordum. Oyunun sonlarına doğru Handan’ın annesi kocası öldükten sonra hiç temizlik yapmamasından, yapamamasından çünkü hastalanmasından bahsediyordu. Bir yandan kocası öldüğü için rahatlamış ve artık kendi hayatını yaşayabilmeye başlamıştı. Ancak, kadın yine de “Toz” a tahammül edemiyordu, çünkü yıllarca kocası tarafından bir yerin tozlu olması gibi en ufak bir bahanede bile şiddet görmüştü. İşte bu “Toz” meselesi belki de sadece, ataerkil düzendeki bu toplumun erkeklere doğuştan sağladığı gücün kötüye kullanılmasının sadece bir örneği. Yıllarca aile içi şiddete maruz kalan Handan’ın hikayesi aslında hepimiz için çok tanıdık. Çünkü bu, toplumun her tabakasında yaşanan ve yıllardır izlediğimiz dizilerde fazlasıyla işlenmiş ve çevremizde çok fazla örneğini gördüğümüz bir hikaye.


İLLÜSTRASYON: Deniz Naz Ürel, dijital illüstrasyon, 2024.
ILLUSTRATION: Deniz Naz Ürel, digital illustration, 2024.